İstanbul Gezi Rehberi
İstanbul’a Neden Gitmeliyiz?
İstanbul Gezi Rehberi. Avrupa ve Asya arasında köprü kuran İstanbul, oldukça görkemli bir tarihi mirasa sahiptir. Bir zamanlar Osmanlı ve Bizans imparatorluklarının başkenti olan bu şehrin prestijli tarihi, bize değer verilmesi gereken birçok tarihi eser bıraktı. Benzersiz bir mimari karışımı bulunduğu için, geçmişini ve bugününü birlikte bulabilirsiniz. Bizans kilisesinin yanında, camdan bir gökdelen veya bir alışveriş merkezinin gölgesinde renkli bir çarşı görebilirsiniz. Doğal manzara da etkileyicidir. Dar bir boğaz olan İstanbul Boğazı şehri ikiye böler ve güneyde Marmara Denizi’ni kuzeyde Karadeniz’e bağlar. Ziyaretçiler mavi sulardan kubbelerin, kulelerin ve modern kulelerin silüetini görebilirler
İstanbul uzaktan dingin görünse de iç atmosfer fevkalade hareketlidir. Yüzlerce yıldır şehri karakterize eden hareketli sokakları ve kalabalık çarşı tezgahlarını keşfedebilirsiniz. Tüm manzaraları, sesleri ve kokuları sindirmekte zorlanacaksınız. Kokulardan bahsetmişken… keşifleriniz sırasında , İstanbul’un fast food versiyonu döner de dahil olmak üzere, sokaklardaki belirgin Türk lezzetlerini tatabilirsiniz. Yüzyıllardır medeniyetlerin ve kıtaların kesişim noktasında bulunan İstanbul, hızlı temposu, kadim tarihi ve mevcut kültürü ile ziyaretçileri şaşırmaktadır.
İstanbul’da Gezilecek Yerler
İstanbul’un muhteşem ibadethanelerini ve saraylarını gezmek, tarih meraklılarını ve kültür avcılarının haftalarını alabilir. En ilgi çekici yerler Fatih bölgesinde toplanmıştır, ancak Beyoğlu ve Beşiktaş gibi semtler en az fatih bölgesi kadar heyecan vericidir. Sultanahmet Camii ve Ayasofya Müzesi önemlidir, ancak sokak trafiğini keşfetmek ve buradaki günlük hayatı gözlemlemek aynı derecede büyüleyicidir. Yemek, kültürün merkezi bir parçasıdır. Hediyelik eşya ararken şehirdeki birçok çarşıya dolaşabilirsiniz, ancak kısıtlı zamanınız varsa, sadece alışveriş merkezlerinin en büyük ve en ünlüsü olan Kapalıçarşı’yı ziyaret edebilirsiniz.
Sultanahmet Camisi

Sultan I. Ahmed, yakındaki Ayasofya’ya rakip olacak bir cami inşa etmeye kararlıydı ve çoğu kişi onun bunu başardığı yada en azından buna yaklaştığı konusunda hemfikirdir. Sultanahmet Camii 1600’lerin başından beri, bir dizi kubbe, yarım kubbe ve minare ile görülmesi gereken bir yerdir. Aynı zamanda İstanbul’un en büyük turist çekim yerlerinden biridir. Bu caminin “içte ve dışta çarpıcı bir mimari” sunmaktadır.
Ayasofya-i Kebir Camii
Ayasofya-i Kebir Camii dünya mimarlık tarihinin günümüze kadar ayakta kalmış en önemli anıtları arasında yer alır. Bir zamanlar dünyanın en büyük katedrali olan Ayasofya, Bizans mimarisinin başyapıtı olarak kabul edilir. Binanın muhteşem İslami hat sanatının yanı sıra güzel Hıristiyan mozaikleri ile İstanbul’un muhteşem tarihinin bir simgesidir.
Yapı; mimarisi, ihtişamı, büyüklüğü ve işlevselliği ile sanat dünyasında önemli bir yer tutar.
Bu muazzam eser Doğu Roma İmparatorluğu’nun İstanbul’da yapmış olduğu en büyük kilise olup aynı yerde üç kez inşa edilmiştir. İlk yapıldığında Megale Ekklesia (Büyük Kilise) olarak adlandırılmış, 5’inci yüzyıldan İstanbul’un fethine kadar Hagia Sophia (Kutsal Bilgelik) olarak isimlendirilmiştir. İmparator Konstantios tarafından 360 yılında yaptırılan Megale Ekklesia ve İmparator II. Theodosis’in 415 yılında yeniden inşa ettirdiği kilise halk ayaklanmalarında yıkılmıştır.
916 yıl kilise olarak ibadete açık olan yapı, Fatih Sultan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Fetihten hemen sonra yapı güçlendirilerek en iyi şekilde korunmuş ve Osmanlı Dönemi ilaveleri ile birlikte cami olarak varlığını sürdürmüştür.
Yapının dışına farklı dönemlerde yaptırılan minareler, medrese, sıbyan mektebi, muvakkithane, şadırvan, sebiller, güneş saatleri, mütevelli heyeti odası ile Ayasofya-i Kebir Camii, Osmanlı Dönemi’nde kompleks bir yapıya dönüştürülmüştür.
Ayasofya-i Kebir Camisi 1934 yılında müzeye dönüştürülmüş ve 2020 yılına kadar müze olarak hizmet vermiştir. 2020 yılında ise tekrar cami statüsü kazanmıştır.
Süleymaniye Camii
.jpg)
Mimar Sinan’ın kalfalık eseri olarak tanımladığı Süleymaniye Camisi, Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süleyman’ın emriyle 1551-1558 yılları arasında yapılmıştır. Süleymaniye Camisi, Klasik Osmanlı Mimarisi’nin en önemli örneklerinden birisidir. İkisi üç şerefeli, ikisi de iki şerefeli olmak üzere dört minareye sahip olan caminin kubbesi 53 metre yüksekliğindedir. İstanbul’un en güzel yerlerinden birinde inşasına başlanan mabedin temeline ilk taşı, büyük alim Şeyhülislam Ebussuud Efendi’nin koyduğu rivayet edilir.
İstanbul’un tarihi Fatih semtinde Haliç, İstanbul Üniversitesi ve Kapalıçarşı’nın yanında yer alan Süleymaniye Camii, şehrin en etkileyici Osmanlı camilerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu büyük yapı, birden fazla bahçeye ve büyük bir kubbeye, ayrıca sedef pencere kepenkleri, boyalı kornişler, geleneksel seramik karolar ve vitray gibi üst düzey yüzeylere sahiptir. Süleymaniye camii “muhteşem” ve “huzurlu” olarak ortamıyla, Sultanahmet Camii kadar büyüleyicidir.
Yaklaşık 6 bin metrekarelik alana sahip olan cami bahçesinin 11 kapısı bulunmaktadır. Bahçenin etrafında Süleymaniye Medreseleri diye meşhur olan beşi lise seviyesinde, biri fakülte biriside ihtisas bölümü olmak üzere yedi medrese tesis edilmiştir. Caminin sağ tarafında bulunan binalar, Evvel ve Sani medreseleri ile Sibyan Mektebi iken daha sonra Süleymaniye Kütetüphanesi’ne tebdil edilmiş (değiştirilmiş), bir bölümü de çocuk kütüphanesi olmuştur. Köşede bulunan tıp medresesi, doğum evi olarak, onun karşısındaki bimarhane ise askeri matbaa iken şu an kız Kur’an kursu olarak hizmet vermektedir. Caminin kuzey cihetindeki binalar, önceleri imarethane iken daha sonra Türk-İslam Eserleri müzesi olarak kullanılmış ve 1984 yılında Süleymaniye Kütüphanesi’ne devredilmiştir.
Topkapı Sarayı Müzesi
.jpg)
Topkapı Sarayı, 1478’den 1856’ya kadar Osmanlı Padişahlarının evi olarak hizmet vermiştir ve İstanbul’un en popüler cazibe merkezlerinden biridir. Osmanlı döneminin bitiminden kısa bir süre sonra, 1924’te resmen müze oldu ve muhteşem mimarisi, bakımlı avluları ve geniş silah, porselen, çatal bıçak takımı, sanat ve kumaş koleksiyonlarına sahiptir.
Yüzyıllarca gelişen ve büyüyen Topkapı Sarayı’nın planının belirlenmesinde Osmanlı devlet felsefesi ile Saray-tebaa ilişkilerinin büyük rolü olmuştur. Ayrıca Topkapı’nın ilk inşa edildiği dönemde, Fatih Sultan Mehmed’in babası Sultan II. Murad’ın Tunca Nehri kenarında yaptırmış olduğu ve günümüze sadece kalıntıları ulaşan Edirne Sarayı’nın planından olduğu kadar ihtişamından da esinlenildiği bilinmektedir.
Topkapı Sarayı, mütevazı bir saraydır; imparatorluğun büyük harcamaları daha çok muhteşem camiler, kışlalar, köprüler, kervansaraylar ve konaklama tesisleri için yapılmıştır. 16. yüzyılın ünlü mimarı Mimar Sinan bile bu sarayda sadece bir bölüm inşa etmiştir. Ama sarayın kendine özgü binaları, nefis çinileri ve tabiatla iç içe geçmiş yapısı kadar, Sarayburnu’ndaki konumu da ona doğal bir güzellik ve ihtişam verir.
Topkapı Sarayı’nın olağanüstü zenginlikteki koleksiyonları ve son derece ilgi çekici hikâyelerle örülü tarihi bu sarayı dünyanın en görülmeye değer saraylarından biri kılar. İmparatorluk Hazinesi, Avrupa Porselenleri ve Camları, Bakır ve Tombak Mutfak Eşyası, Çin ve Japon Porselenleri, Gümüşler, Hırka-i Saadet Dairesi ve Kutsal Emanetler, İstanbul Cam ve Porselenleri, Padişah Elbiseleri, Padişah portreleri ve resim koleksiyonu, Silahlar müzede sergilenen değerli koleksiyonlar arasındadır.
Kapalıçarşı

Sultanahmet Camii , Yerebatan Sarnıcı ve Süleymaniye Camii gibi görülmesi gereken yerlere yürüme mesafesinde bulunan Kapalıçarşı, dünyanın en büyük ve en eski kapalı alışveriş çarşılarından biridir. Halı ve giyimden sanata ve satranç tahtasına kadar geniş bir yelpazede ürünler, restoranlar, kafeler ve hatta iki türk hamam burada bulunmaktadır.
Türkiye’nin en büyük şehri İstanbul’da yer alan Kapalıçarşı’nın tarihi 15’inci yüzyılın ortalarına Fatih Sultan Mehmet Dönemi’ne kadar gider. Osmanlı kurumlarını ayakta tutan en önemli uygulamalardan olan vakıf sistemine göre camilerin tamir ve bakım masrafları gibi çeşitli ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için gelir getirici bir başka yapı meydana getirilirdi. Bu gelir getirici yapıların en önemlileri çarşılar olup Fatih Sultan Mehmet tarafından Ayasofya’ya gelir getirmesi için inşa edilen yapılarla 1461 yılında Kapalıçarşı’nın da temeli atılmış ve yıllar içinde yapılan eklemelerle giderek büyümüştür. Zamanla tüm bölgenin en önemli ticari merkezi haline gelen, İstanbul’un en zengin esnaflarına ev sahipliği yapan, dünyanın her yerinden gelen mücevherlerin ve kıymetli takıların ticaretinin yapıldığı Kapalıçarşı, bu yıllarda bir banka ve finans merkezi gibi de hizmet vermiştir.
Aynı zamanda İstanbul’u ve Avrupalıların gözündeki Doğu yaşamını en iyi biçimde yansıtan yerlerden biri olarak görülmesi nedeniyle çok sayıda seyahat kitabında ve ressamların tablolarında yer etmesi Kapalıçarşı’nın tarihi ve kültürel önemini de kanıtlamaktadır. Dünyanın yalnızca en eski değil en büyük alışveriş merkezi olarak da tanımlanan Kapalıçarşı, 45 bin metrekarelik bir alan üzerine kuruludur ve tam 3.600 dükkânı barındırmaktadır. Bu sayının bile üstünde dükkâna sahip olduğu ve daha geniş bir alanı kapladığı Osmanlı Dönemi’nde ekonominin kalbinin attığı yer olan Kapalıçarşı, günümüzde İstanbul’a gelen ve alışveriş yapmak isteyenlerin ilk uğrak noktasıdır. Ziyaretçi sayısı bazen günde 500 bin kişiyi dahi bulmaktadır.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri

İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nde, Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk Müzesi olmak üzere üç binada sergilenen bir milyondan fazla eski eser bulacaksınız. İçeride bulunan eserler arasında İslami sikkeler, üç lahit ve birinci yüzyıla tarihlenen bir mezar anıtı bulunmaktadır.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri ülkemizdeki ilk müzecilik çalışmalarına örnektir. Osmanlı’da tarihi eser toplama çalışmalarının izleri Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar uzanmaktadır. Ancak sistemli bir şekilde müzeciliğin kurumsal olarak ortaya çıkışı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin 1869 yılında ‘Müze-i Hümayun’ adı altında kuruluşuyla olmuştur.
O tarihe kadar Aya İrini Kilisesi’nde toplanmış arkeolojik eserlerden oluşan Müze-i Hümayun günümüz İstanbul Arkeolojik Müzeleri’nin temelini oluşturmaktadır. Aya İrini Kilisesi yetersiz kalınca yeni bir mekân arayışına gidilmiştir. Maddi yetersizlikten dolayı yeni bir bina yapmak yerine “Çinili Köşk” müzeye dönüştürülür.
İstanbul Arkeoloji Müzeleri ülkemizdeki ilk müzecilik çalışmalarına örnektir. Osmanlı’da tarihi eser toplama çalışmalarının izleri Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar uzanmaktadır. Ancak sistemli bir şekilde müzeciliğin kurumsal olarak ortaya çıkışı İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin 1869 yılında ‘Müze-i Hümayun’ adı altında kuruluşuyla olmuştur.
O tarihe kadar Aya İrini Kilisesi’nde toplanmış arkeolojik eserlerden oluşan Müze-i Hümayun günümüz İstanbul Arkeolojik Müzeleri’nin temelini oluşturmaktadır. Aya İrini Kilisesi yetersiz kalınca yeni bir mekân arayışına gidilmiştir. Maddi yetersizlikten dolayı yeni bir bina yapmak yerine “Çinili Köşk” müzeye dönüştürülür.
Kariye Camii

Kariye Cami, Doğu Roma İmparatorluğu döneminde büyük bir yapı kompleksi olan Khora Manastırı’nın merkezini oluşturan ve İsa’ya adanmış bir kilise yapısıdır. İstanbul (Konstantinos) surlarının dışında kalması nedeniyle binaya Grekçe kent dışı, kırsal alan anlamana gelen Khora ismi uygun görülmüştür. Kariye bu ismin Türkçeleştirilmiş halidir.
Yapının inşa tarihi kesin olarak tahmin edilememekle birlikte 6’ncı yüzyılda İmparator Justiniaus tarafından (527-565) şehir dışında harabe şeklindeki bir şapelin yerine yeniden inşa ettirildiği bilinmektedir. Kommenoslar Dönemi’nde Blackhernal Sarayı’nın yakınında olduğu için kilise önemli dini merasimlerde saray şepali olarak kullanılmıştır.
İstanbul’un fethi sırasında hiçbir zarar görmeyen yapı, Sultan II. Beyazıd devrinde Sadrazam Hadım Ali Paşa tarafından 1511 yılında camiye çevrilmiş ve yanına bir de medrese eklenmiştir. Kariye Camisi, Bakanlar Kurulu kararı ile 1945 yılında müzeye dönüştürülmüştür.
Kilise dışındaki manastır yapıları zamanla yıkılarak kaybolan bina, Doğu Roma sanatında gerek mimarisi, gerek mozaik ve freskleriyle dikkat çekmektedir.
Kilise dışındaki manastır yapıları zamanla yıkılarak kaybolan bina, Doğu Roma sanatında gerek mimarisi, gerek mozaik ve freskleriyle dikkat çekmektedir.
Yerebatan Sarnıcı

Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’un ayakta kalan en büyük Bizans sarnıcı ve en eşsiz tarihi yerlerinden biridir. Bir zamanlar yerel imparatorların yüzyıllar boyunca ana ikametgahı olarak hizmet veren büyük bir saray olan Büyük Konstantinopolis Sarayı’na su sağlıyordu. Saray artık mevcut olmasa da, 1545 yılında yeniden keşfedilen sarnıç, 1985 yılında ziyaretçileri ağırlamak için restore edilmiştir. En dikkat çekici özelliği, iki sütunun tabanında ters duran bir çift Medusa başıdır.
532 yılında İmparator Justinianus tarafından inşa ettirilen Yerebatan Sarnıcı Stoa Bazilikası’nın altında yer aldığı için Bazilika Sarnıcı olarak da bilinir. Sarnıç, uzunluğu 140 metre genişliği 70 metre dikdörtgen biçimde bir alanı kapsayan dev bir yapıdır. 52 basamaklı taş bir merdivenle inilen sarnıcın içerisinde her biri 9 metre yüksekliğinde 336 sütun bulunmaktadır. Birbirine 4.80 metre aralıklarla dikilen bu sütunlar, her sırada 28 tane 12 sıra meydana getirirler.
Suyun içerisinde yükselen bu sütunlar uçsuz bucaksız bir ormanı hatırlatmakta ve ziyaretçiyi sarnıca girer girmez etkilemektedir. Sarnıcın tavan ağırlığı haç biçiminde tonozlar yuvarlak, kemerler vasıtasıyla sütunlara aktarılmıştır, çoğunluğu daha eski yapılardan toplandığı anlaşılan ve çeşitli mermer cinslerinden granitten yontulmuş sütunların büyük bir kısmı tek parçadan, bir kısmı da üst üste iki parçadan oluşmaktadır. Bu sütunların başlıkları yer yer farklı özellikler taşır. Toplam 9 bin 800 metrekare bir alanı bulunan bu sarnıç yaklaşık 100 bin ton su depolama kapasitesine sahiptir.
Yerebatan Sarnıcı, İstanbul’un Osmanlılar tarafından 1453 yılında fethinden sonra, bir müddet daha kullanılmış ve padişahların oturduğu Topkapı Sarayı’nın bahçelerine buradan su verilmiştir. Durgun su yerine çeşme suyunu yani akan suyu tercih eden Osmanlıların şehirde kendi su tesislerini kurduktan sonra kullanmadıkları anlaşılan sarnıç, 1544-1550 yıllarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedilmiştir.
Dolmabahçe Sarayı

Boğaziçi kıyısında, Kabataş tramvay durağı ve Beşiktaş vapur iskelesinin yanında yer alan Dolmabahçe Sarayı’nın dudak uçuklatan güzelliği ve tarihi önemi görenleri kendine hayran bırakıyor. 19. yüzyılda inşa edilen saray, son Osmanlı padişahları tarafından konut ve idari koltu olarak kullanılmıştır. İç ve dış mimari, yalnızca bu küresel kavşakta bulunabilen Avrupa ve Arap tasarımlarının bir karışımını sergiliyor.
Evliya Çelebi, Dolmabahçe Sarayı’nın bugünkü yerinde Yavuz Sultan Selim’in bir köşk yaptırdığını yazar. I. Ahmet zamanında, mekân taşla doldurulur ve köşk büyütülür. Sarayın ve yerleşimin adı buradan gelir. 19’uncu yüzyılda II. Mahmut aynı yerde yeni bir saray inşa ettirir. Bugünkü yapı ise 1842 yılında I. Abdülmecit tarafından, Karabet Balyan’a inşa ettirilir. Yapımı 1853 senesine kadar devam eden saray Abdülmecit’in ikamet ettiği yer olmasının yanı sıra resmî işleri de gördüğü mekândır. Abdülmecit’ten sonra kardeşi Abdülaziz de bu sarayda yaşamıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün İstanbul’daki Cumhurbaşkanlığı Konutu olan Dolmabahçe Sarayı, 10 Kasım 1938 tarihinde Atatürk’ün öldüğü yer olması münasebetiyle Cumhuriyet tarihinde ayrı bir öneme sahiptir.
Galata Kulesi

Dünyanın en eski kuleleri arasında sayılan ve İstanbul’un sembollerinden biri olan Galata Kulesi, 2013 yılında UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne dahil edilmiştir. İstanbul’un siluetini oluşturan en önemli yapılardan biri olan Galata Kulesi, uzun dönem yangın gözetleme kulesi olarak kullanıldı ve Galata Yangın Kulesi olarak adlandırıldı.
On yedinci yüzyılda Hezarfen Ahmet Çelebi, uçuş denemeleri yaptığı Galata Kulesinden, tahtadan yapılan kanatları sırtına bağlayarak gerçekleştirdiği uçuşunu Üsküdar’da tamamladıktan sonra kuleye olan ilginin giderek arttığı bilinmektedir.
Galata Kulesi ilk olarak Bizans İmparatoru Justinianos tarafından MS 507 – 508 yılında inşa edilmiştir. Günümüzdeki kuleyi 1348 – 49 yılında Cenevizliler yeniden inşa etmiştir. Kule 1445 – 46 yılları arasında yükseltilmiştir. 1500’lü yıllarda depremden zarar görerek Mimar Murad bin Hayreddin tarafından onarılmıştır. III. Selim döneminde kule onarıldıktan sonra, kulenin üst katına bir cumba eklenir. 1831’de kule bir yangın daha geçirir, II. Mahmut kulenin üzerine iki kat daha çıkar ve külah biçiminde olan ünlü dam örtüsüyle kulenin tepesi kapatılır. 1967’de onarım gören kule, 2020 yılında tekrar restore edilir.
Kapının üzerindeki yuvarlak kemerli pencere askerlerin gözetleme yeri idi. Yüksek giriş katından sonra dokuz katlı bir yapıdır. Silindirik gövdesi üzerindeki pencereler tuğla örgülü yuvarlak kemerlidir. Külah çatının hemen altındaki son iki katın gelişimi silindirik gövdeyi çevreleyen profilli silmelerle vurgulanmıştır. Külah çatının altındaki katı sarmalayan, metal süslemeli şebekeli seyir balkonu mevcuttur. Alt katında ise derin nişli payelere oturan yuvarlak kemerler ve içerisinde tuğla örgü yuvarlak kemerli pencereler mevcuttur.
İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi İstanbul Gezi Rehberi
Türkiye Gezi Rehberi için tıklayınız.